İtikadi Sorular

Evrenin Yaratıcısını Nereden Biliyoruz?

Evrenin Yaratıcısını Nereden Biliyoruz?

Biz Müslümanlar, Allah’ın varlığına ve birliğine, kendisinden başka hiçbir ilah olmadığına inanıyoruz. Buna karşılık, varlığına inanmayan milyonlarca insan bulunmaktadır. Ayrıca tarih boyunca ve günümüzde, Allah dışında veya Allah ile birlikte başka varlıkları tanrı olarak kabul eden insanlar bulunmaktadır. Biz kendi inancımızın doğruluğunu iddia ederken, karşımızdakiler de kendi inançlarının doğruluğunu iddia etmektedir. Bu durumda, kendi iç dünyamızda ve karşı inanç sahiplerine karşı evrenin bir yaratıcısı olduğunu nasıl delillendirebileceğimizi sorguluyoruz.

“Allah’ın Varlığı ve Birliği” Gayba İmanla İlgilidir

Bu soruya cevap verirken, öncelikle bilinmesi gereken bir husus üzerinde durmalıyız: “Evrenin bir yaratıcısının var olup olmadığı meselesi – tıpkı diğer iman esasları gibi – gaybî bir meseledir. Gaybî konular, bilimsel ispatın konusu olamaz.

Şimdi bunu biraz açıklayalım:

İmanın şartları olarak bildiğimiz esasların tamamı aslında bizim açımızdan gaybi konulardır. Gayb, beş duyu ve akıl ötesindeki alandır. Allah’ın varlığı ve birliği gayba ilişkin bir konu olduğu gibi melekler, ahiret, kader gibi konular da böyledir. Burada insanların duyu organlarıyla algılanabilir olduğu gerekçesiyle “peygamberler” ve “kitaplar” bir soru olarak zihnimize takılabilir. Bununla birlikte peygamberler ve kitaplara imanda gaybî olan husus şudur: Biz, peygamberlik iddiasında bulunan kimseye vahyin geldiğine şahit olmuyoruz. Öyle olunca, onun “Ben Allah’ın elçisiyim. Allah bana vahiy aracılığıyla bir kitap gönderdi” şeklindeki ifadeleri bizim açımızdan beş duyuyla doğrulanması, test edilmesi mümkün olmayan konular arasında yer alıyor.

Gayba ilişkin meseleler “bilimsel bilgi”nin konusu olamazlar. Zaten bir şey, bilimsel olarak bilinebiliyor, izah edilebiliyor ise o şey artık gayb olmaktan ve iman konusu olmaktan çıkar. Mesela ay ve güneşin varlığı imanın konusu olamaz; çünkü ay ve güneş gözle görülebilmektedir. Bu sebeple ay ve güneşin varlığını ispat için delillendirme yapmaya da gerek yoktur. Buna karşılık, mesela meleklerin varlığı imanın konusu olur; çünkü meleklerin varlığı laboratuvar ortamında deney ve gözlemle anlaşılamaz.

Bir şeyin beş duyu ile bilinebilir, aklen izahı yapılabiliyor olduğunda, onun iman nesnesi olmaktan çıktığının en büyük delili Firavun‘un boğulma anındaki imanının kabul edilmemesidir. Zira ölüm anı, kişinin bu dünyadan ayrılmaya başlayıp âhiretin işaretlerini gördüğü andır. O ana kadar kişi için gaybî olan hususlar, onun açısından şehadet âlemine dönüştüğü için ölüm anında kişinin iman etmesi geçerli sayılmamıştır.

Bu açıklamalarımızdan şu sonuç çıkmaktadır: Allah’ın varlığına veya birliğine ilişkin ileri sürülecek delillerin hiçbiri bu konuyu bilimsel olarak “kesin” bir şekilde ispatlayan hususlar değildir. Bu delillerin tümü kendi içinde bir inancı ve yorumu barındırmaktadır. Böyle olduğu için, bu delillerle tatmin olanlar olacağı gibi bu delillerle tatmin olmayanlar da olacaktır.

Allah’in Varliği ve Birliği Konusunda ileri Sürülen Deliller

  1. Evrenin Yaratılışı

    • Evrenin varlığı konusu, bir tanrının varlığına inananlar ile inanmayanlar arasındaki en büyük tartışma konusudur. Evren ezelîden beri var mıdır yoksa sonradan mı var olmuştur? Bu konu, bir tanrının varlığını kabul etmeyen ateistler ile onları kabul edenler arasında büyük bir ayrım oluşturur.
    • Ateistlerin büyük bir kısmı evrenin ezelden beri var olduğunu savunur ve madde ötesi varlıkların olmadığını düşünür. Bu felsefi görüşe “materyalizm” adı verilir.
    • Bir tanrının varlığını kabul edenler ise evrenin sonradan tanrı tarafından var edildiğini kabul ederler. Bu görüşte olanlar kimi zaman evrenin yaratılmışlığı fikrinden hareketle tanrının varlığı sonucuna, kimi zaman da tanrının varlığı fikrinden hareketle evrenin yaratılmışlığı sonucuna ulaşırlar.
  2. Evrenin Ezelden Beri Var Olamayacağına İlişkin Deliller

a) Her şeyin bir sebebi olduğu bilgisinden yola çıkarak, hiçbir şeyin kendiliğinden var olmadığı ve var olan her şeyin bir sebebi bulunduğu bilinir. Bu durumda, evrenin de bir başlangıcı olmalıdır.

b) Evrendeki maddelerin tek tek incelendiğinde, hiçbirinin kalıcı olmadığı ve her birinin bir zaman sonra yok olduğu görülür. Dolayısıyla, ebedî olmayan maddelerin toplamı olan evrenin ebedî olamayacağı sonucuna varılır.

Bu deliller, evrenin ezelden beri var olamayacağına dair argümanlar sunmaktadır ve bir tanrının varlığını desteklemektedir.

c) Günümüzde modern bilimin bulguları da evrenin bir başlangıcının olduğunu ortaya koymaktadır. Maddi alemin nasıl meydana geldiği ile ilgili hali hazırda bilim dünyasında geçerli kabul edilen Büyük Patlama adı verilen teori, evrenin yaklaşık 13 milyar yıl önce bir sıfır noktasından büyük bir patlama sonucu başladığını ve gittikçe genişleyerek büyüdüğünü ortaya koymaktadır. Kuşkusuz bu teori doğru da olabilir, yanlış da. İmana ilişkin hususları, her an yalanlanması mümkün olan bu tip teorilere dayandırmak doğru değildir. Bununla birlikte bu husus, bilimi sıklıkla kendi tarafında göstererek ateizme araç kılmaya çalışan kötü niyetli kimselerin yaklaşımlarının dürüst olmadığını göstermesi bakımından önemlidir.

Geçmiş zamanlarda İslam inancını savunan kelam âlimleri kozmolojik delili hudûs adıyla, Müslüman filozoflar ise imkân adıyla ortaya koymuşlardır. Hudûs delilinin mantığını şöyle izah etmek mümkündür: Alemdeki her varlık ya kendi başına bulunan cevherlerden ya da kendi başına bulunmayıp bir başka varlığa özellik olarak bağlı bulunan renk, koku, ağırlık, şekil vb. arazlardan oluşur. Söz gelimi ağaç bir cevherdir. Ağacın yaprakları, rengi, uzunluğu, dallarının sayısı ise ağacın arazlarıdır. İnsan bir cevherdir. İnsanın uzun-kısa, yaşlı-genç, kadın-erkek, sağlıklı-hasta oluşu ise arazlardır. Arazlar sürekli değişim gösterir. Mesela ağacın yaprakları ilkbaharda açar, yazın sararmaya başlar, sonbaharda dökülür. Ağacın dalları kuruyabilir. İnsan hasta olur, iyileşir, zengin olur, fakir olur, hayatta kalır, ölür. Arazların değişmesi, o arazlara sahip olan cevherlerin de değişime uğraması anlamına gelir. Zira bünyesinde daha önceden yok iken sonradan var olan ve ardından tekrar yok olan arazları barındıran bir cevherin kendisi kalıcı olamaz. O halde cevher ve arazlardan oluşan maddî âlem ezelî olmadığı gibi ebedî de olamaz. Hâdis (sonradan meydana gelmiş) olan âlemin bir muhdisi (var edicisi) olmalıdır. O da kendisi hâdis olmayan Allah’tır.

İmkân delilinin mantığını da şu şekilde ortaya koyabiliriz: Alem, tek tek bakıldığında varlığı zorunlu olmayan maddelerden oluşmaktadır. Mesela bu Dünya’nın, Ay’ın, Mars’ın, Güneş’in varlığı zorunlu değildir. Var olmayabilirdi de. Bir zaman sonra yok da olabilir. Var olması da yok olması da imkân dahilinde olan varlıklar şu anda mevcut olduğuna göre onların varlığını yokluğuna tercih eden bir tercih edicinin bulunması gerekir. O tercih edicinin kendisi ise “varlığı mümkün” bir varlık olamaz, ancak ve ancak “varlığı zorunlu (vâcibü’l-vücud)” bir varlık olabilir. İşte o varlık Allah’tır.

Kur’an, bir yaratıcının varlığını kabul etmeyenler hakkında söyle buyurur:

“Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan ml yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa gökleri ve yeri onlar mi yarattılar? Hayır! Onlar bir türlü anlayıp inanmazlar.”(Tur,35-36)

 

Tabiat Yasaları ve Evrenin Düzeni

Evrende, varlığını hiç kimsenin inkar edemeyeceği belirli yasalar bulunmaktadır. Fizik, kimya, biyoloji gibi tabiat bilimleri, bu yasaları ortaya koyan bilim dallarıdır. Bu yasalar olmasaydı, bu bilim dalları ve bu bilimlerin verilerini kullanarak pratik ihtiyaçlarımıza cevap veren araçları üreten teknoloji de olmazdı.

Evrendeki yasalara örnek olarak, yer çekimi kanunu, suyun kaldırma kuvveti, merkezkaç kuvveti, suyun donma ve kaynama dereceleri, sürtünme kuvveti, ısınan havanın yükselmesi, gel-git olayı gibi konuları örnek olarak zikredebiliriz.

Eğer evrenin bir yaratıcısı yoksa, her bir noktada var olan bu yasaların kimin tarafından konulduğu sorusu cevapsız kalır. Bu yasaların kendiliğinden oluşması mümkün değildir çünkü bu yasalardaki en ufak bir sapma, evrenin yok olmasına yol açabilecek bir süreci başlatabilir. Bu yasaların her biri kendi içinde hassas bir ayarı barındırdığı gibi, dünya üzerinde binlerce yasanın bir arada ve uyum içinde bulunması da bütün bunların ilim, irade, kudret sahibi bir yaratıcı tarafından konulduğunu ve sürdürüldüğünü gösterir.

Kur’an’da bu hususa pek çok ayette dikkat çekilir ve evrendeki yasaların işleyişinde, varlıkların birbiriyle uyum içinde varlıklarını devam ettirmesinde Allah’ın varlığını, birliğini, sıfatlarını gösteren deliller bulunduğunu belirtir. Buna ilişkin şu ayetleri örnek olarak zikredebiliriz:

  • “Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın, Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın.”(Fâtir,43)
  • “O ki, birbiri ile uyumlu yedi göğü yaratmıştır. Rahman olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”(Mülk,3-4)
  • “Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). iste bu, aziz ve alîm olan Allah’ın takdiridir. Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tayin ettik. Nihayet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner. Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzerler.”(Yasin,38-40)

Evrendeki Hassas Ayarlar

Modern bilimin ölçüm ve değerlendirmelerine göre, evrende bulunan hassas ayarlar, en ufak bir değişikliğin evrenin varlığını ve dünya gezegenindeki milyonlarca canlı türünü yok olmaya mahkum edebileceği kadar hassas bir denge içermektedir. Dünyadaki canlılık açısından bakıldığında, güneşe olan mesafe, dünya atmosferindeki oksijen ve hidrojen oranı, dünyadaki su oranı, insan vücudundaki su oranı gibi birçok hassas ayar ve oran söz konusudur.

Bu denge ve hassas ayarların kendiliğinden oluşması, hiçbir akıl ve bilince sahip olmayan “madde” veya “doğa” gibi varlıklara yüklenmesi mümkün değildir. Tüm bunlar, sonsuz bilgi, güç ve hikmet sahibi üstün bir yaratıcının varlığını gösterir, yani Allah‘ın varlığını gösterir. Rabbimiz evrendeki her şeyin hassas bir denge ve ölçülere bağlandığını Kur’an‘da şöyle belirtir:

  • “O’nun katında her şey ölçü iledir.” (Ra’d, 8)
  • “Biz her şeyi bir ölçü ile yarattık.” (Kamer, 49)
  • “Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” (Hicr, 21)

Varlıklardaki Tasarım

Çevremizde algıladığımız tüm varlıklarda aklı duraksatacak derecede üstün bir tasarımın olduğunu görüyoruz. Maddenin yapı taşı olan atomdan galaksilere, canlıların en küçük birimi olan hücrelere varıncaya kadar her bir varlık mükemmel bir tasarımı göstermektedir. Her canlı, yaşadığı fiziksel ortama uygun bir şekilde dizayn edilmiş, yaşadığı bölgeye uyum sağlayacak organlarla donatılmıştır. Örneğin çöllerin vazgeçilmez hayvanlarından olan deve uzun süre susuzluğa dayanabilecek bir yapıya sahipken, penguenler ve kutup ayıları aylar sürecek karlı ve soğuk havalara dayanıklı bir şekilde yaratılmışlardır. Her canlının kendisine has besin türleri, beslenme biçimleri, savunma ve saldırı sistemleri bulunmaktadır.

İnsan için düşünüldüğünde, bu tasarım onun varlığının başlangıcını oluşturan embriyo hücresinden başlamaktadır. İnsan hücresindeki DNA moleküllerinin dizilimi, insan vücudundaki dolaşım, sindirim, solunum, sinir sistemleri, kemik ve kasların yapısı, onun vücudunun her bir detayının en ince ayrıntısına kadar dizayn edildiğini gözler önüne sermektedir.

Kur’an, canlı varlıkların olağanüstü tasarımlarına sıklıkla dikkatleri çeker. Rabbimiz şöyle buyurur:

  • Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür. Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Nur, 45)
  • “Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki fışkı ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz.” (Nahl, 66)

Varlıklardaki Estetik ve Sanatlı Tasarım

Evrendeki bütün varlıklarda estetik bir yapı ve görünüm olduğu tarafsız bir şekilde varlıkları inceleyen herkes tarafından kabul edilir. Farklı renk ve simetrik tasarımlara sahip binlerce bitki ve meyve türü, hayvanların simetrik ve sanatlı renkleri, gökyüzünün yıldızlarla donatılması, güneşin doğuş ve batışı, ağaçların her mevsim farklı bir renk tonuna bürünmesi, kuşların çıkardıkları sesler; evrendeki binlerce sanatlı tasarım örneğinden yalnızca birkaçıdır.

Bütün bu estetik ve sanatlı tasarımların bizzat o varlıkların kendileri tarafından yapılmadığı akıl sahibi herkes tarafından bilinmektedir. Örneğin, kelebeğin kendi kanatlarını, yılanın kendi derisini, tavus kuşunun kendi tüy ve kuyruğunu süslemediği bilinmektedir. Bu sanatlı tasarımın “doğa” gibi herhangi bir akıl ve şuur sahip olmayan madde bütünü tarafından yapılamayacağı da açıktır. Bu durumda, bu varlıkların görüntü ve seslerindeki sanatlı ve estetik tasarımın bütün bunlara gücü yeten, her şeyi bilen bir varlık tarafından yapılmış olması gerekir. İşte o varlık, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Rabbimiz Kur’an’da varlıklardaki estetik ve sanatsal tasarım özelliklerine şu şekilde dikkatlerimizi çeker:

  • “Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıklarında da öğüt alan bir toplum için gerçek bir ibret vardır.” (Nahl, 13)
  • “Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl süslemişiz! Onda hiçbir çatlak da yok. Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk. Orada gönül açan her türden bitkiler yetiştirdik. Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için (bütün bunları yaptık).” (Kaf, 6-8)
  • “Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı (şeyler) ve birçok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz. Sizin için onlardan ayrıca akşamleyin getirirken, sabahleyin salıverirken bir güzellik (bir zevk) vardır.” (Nahl, 5-6)
  • “Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyredenler için onu süsledik.” (Hicr, 16)

İnsanlık Tarihindeki Ortak Kabul

Gerek dinler tarihi, gerekse arkeoloji alanında yapılan çalışmalar, insanlık tarihi boyunca kurulan bütün şehir ve medeniyetlerde üstün bir varlığa inanma duygusunun insanlar tarafından ortak olarak paylaşıldığı sonucunu ortaya koymaktadır. İçinde bir tapınak bulunmayan hiçbir antik şehir yoktur. Bu durumda, insanlık tarihinin kaydettiği ilk dönemlerden itibaren yüce bir yaratıcının varlığına inanmış, ona sığınmıştır. Bütün insanlığın bu ortak kabulünün bir yanılsama olduğunu iddia etmek akıl ve mantıkla izah edilebilecek bir durum değildir.

 

 İnsanın Dünyadaki Üstün Konumu

İnsan, dış görünüşü itibariyle zayıf ve âciz bir varlıktır. Yeryüzündeki canlıların çoğundan daha güçsüzdür. Hayvanlarla karşılaştırıldığında ne kuşlar gibi havada uçabilir, ne balıklar gibi suda yaşayabilir, ne de karadaki pek çok hayvan kadar hızlı koşabilir. Hayvanlar, doğuştan sahip oldukları özelliklerle doğaya hemen uyum sağlayacak bir vücut yapısına sahiptir. Doğuştan sahip oldukları yünler, tüyler ve deriler onları sıcak ve soğuğa karşı koruyabilir. İnsanlar ise doğuştan çıplak doğduğu gibi yaklaşık bir yıl boyunca ayağa kalkamaz.

İnsan, bütün bu âcizlik ve zayıflığına rağmen öyle üstün bir konumda bulunmaktadır ki, yeryüzünün canlı ve cansız bütün unsurları adeta insana hizmetçi kılınmıştır. Bütün bunlar insana verilen akıl sayesinde olmaktadır. İnsan akli sayesinde yer yüzünün en vahşi hayvanlarını kendi hizmetinde kullanabilmekte, gökte uçan uçaklar ve uzay mekikleri, denizin üzerinde ve altında seyahat edebilen gemiler ve denizaltıları yapabilmekte, dağları delip denizleri doldurabilmektedir.

Yeryüzündeki bütün imkân ve fırsatlar insanın hizmetine sunulmuştur. Diğer hiçbir varlık için böyle bir durum söz konusu değildir. Bu halde varlıklar arasında insan ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. İnsan bu konumunu kendi güç ve kudretiyle kazanmış değildir. Bütün bunları insana hizmetine veren, onu diğer varlıklardan üstün kılan bilinçli bir irade söz konusudur. O irade sahibi varlık Allah‘tır. Rabbimiz insanın bu ayrıcalıklı konumunu şu şekilde bildiriyor:

“O öyle lütufkâr Allah‘tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzmeleri için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin (yararlanmanız) için aktı. Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı; geceyi ve gündüzü de istifadenize verdi. Size istediğiniz her şeyden verdi. Allah‘ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu (bütün bunlara rağmen inkârcılıkta diretene) insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrahim, 32-34)

İnsanın Fıtrî Yapısı

İnsanın iç dünyası, ruhu ve fıtratı da onu ve evreni var eden yüce bir yaratıcının varlığını göstermektedir. İnsanın fıtratında hiç kimsenin varlığını inkar edemeyeceği “üstün bir varlığa sığınma duygusu” vardır. Bu duygu sonradan edinilmiş, eğitim ve öğretim yoluyla kazandırılmış bir duygu olmayıp insanda doğuştan bulunmaktadır.

Yeni doğan her çocuk, yüce bir yaratıcının varlığını kabul edip ona sığınma duygusuyla doğar. Bu duygu bastırılabilir ama yok edilemez. İnsanların büyük bir zorluk, hayatî bir tehlike yaşadığı anda üzeri örtülmüş ve bastırılmış olan bu fıtrî yön öne çıkar. Nitekim toplumsal gözlemler, kendileri veya yakınları büyük bir hayatî tehlike içinde bulunan ateist kimselerin pek çoğunun zorluk ve sıkıntı anlarında içten içe dua ettiğini, yüce bir varlığa sığındığını göstermektedir.

Bu anlamda “uçak düşerken uçakta ateist kimse kalmaz” sözü meşhurdur. Kur’an, insanlardaki bu sığınma, yardım isteme duygusunun zorluk anında ortaya çıktığını, ama zorluk anında Allah‘a sığınan pek çok kimsenin zorluk ortadan kalktığında yüz çevirdiğini belirterek bu çifte standartlı tavrı şu şekilde belirtir:

“Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah‘a halis kılarak: “Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız” diye Allah‘a yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar.” (Yunus, 22-23)

“De ki: Ne dersiniz; size Allah‘ın azabı gelse veya o kıyamet gelip çatıverse size, Allah‘tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin bakalım)! Bilâkis yalnız Allah‘a yalvarırsınız. O da (kaldırılmış için) kendisine yalvardığınız belâyı dilerse kaldırır; ve siz ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz.” (En’am, 40-41)

İnsan fıtratı Yüce Allah‘a bağlanma, O’ndan yardım dileme, O’na dua etme, tevekkül etme, sığınma, O’ndan korkup ürperme, O’na umut bağlama özelliği ile yaratılmıştır. İnsandaki bu özelliği söküp atmanın imkânı yoktur. Kendilerinin ateist olduğunu, bir tanrının varlığına inanmadıklarını söyleyen kimseler hakikatte kendi fıtratlarındaki bu duyguları bastırmaya, köreltmeye ve yok saymaya çalışan kimselerdir.

Fıtratımızda sadece sığınma duygusu yoktur, aynı zamanda “sonsuz bir hayat yaşama” duygusu da vardır. Her insan, sevdikleriyle, daha önce ölüp giden yakınlarıyla birlikte, mutlu olduğu bir hayatta sonsuza kadar yaşamak ister. Hiçbir insanın fıtratı ölümle birlikte sonsuz bir yokluğa mahkûm olma fikrini kabul etmez.

Her insanda var olan bu fıtrî duygunun mutlaka diğer dünyada bir karşılığı olmalıdır. Nitekim insandaki açlık hissini giderecek diğer dünyada yiyecekler bulunmaktadır. İnsanın susuzluğunu gidermek için su bulunmaktadır. Aynı şekilde insandaki ölümsüzlük duygusunu karşılayacak bir âlemin de bulunması gerekir. Bu dünya şartlarında bu isteğimiz yerine gelmediğine göre bunun karşılanacak başka bir âlemin varlığı zorunludur. O halde böyle bir âlemi yaratan bir varlık da olmalıdır.

 

 


Not: Bu yazı Erkam Yayınlarından çıkan, Prof. Dr. Soner Duman tarafından Yazılan ”Allah’ım Sorularım Var” isimli kitabından esinlenerek tekrar yazılmıştır. Hem Yayınevinin hemde yazarın hakkına girmemek için konu bağlamdan kopmadan yeniden yazılmıştır. Bu anlamda daha detaylı bilgiyi www.erkamyayinlari.com adresinden alabilirsiniz.

Daha fazla kişiyle paylaş

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)

İlgili Haberler

ÜYE GİRİŞİ

KAYIT OL